top of page

Düşlerimdeki İstanbul aslında çok başka, belki de çoğumuzun öyle. Kendi başına dünyadaki onlarca ülkeden daha kalabalık olan bu şehrin görkemli tarihiyle gurur duyuyor, bize bıraktığı renklerle övünüyoruz çoğu zaman. Ancak kalması gerekenden çok daha azı kaldı bizlere. Bu şehrin bir parçası olmuş, mutfağını oluşturmuş, güzel binalarını inşa etmiş, farklı inançlarıyla ahenk içinde yaşamış on binlerce insan çekti gitti bu şehirden. Yanlış devlet politikalarının, yaşanmasaydı denilen olayların, bir türlü iyiye gittiğini göremediğimiz dünya hallerinin sonunda elimizde bir avuç renk ve tat kaldı sadece. Oysa farklılığa tahammül edebilen, onunla gurur duyan, çeşitliliğin ipek şalını üstüne alıp endamıyla göz kamaştıran bir şehir olmalıydı İstanbul. Eski ismiyle Tatavla, şimdiki ismiyle Kurtuluş, bugün İstanbul'un en önemli, en bilinen, en eski semtlerinden. Ben karşılı, Bostancılı biri olduğum ve eski İstanbul semtlerine çok hakim olmadığım için büyük laflar etmek istemiyorum ancak -hala- bu semtin, İstanbul'un diğer semtlerine göre biraz daha fazla renge ve çeşitliliğe sahip olduğunu biliyorum. 17. yüzyıldan günümüze baktığımızda, semte damgasını önemli ölçüde vuran topluluklardan biri de Rumlar. O zamanların Tatavlalı'sı binlerce Rum artık çoğunlukla Atina'da yaşıyor. Özellikle son 60 sene içinde yerinden yurdundan uzaklaşmak zorunda kalmış bu insanlar. Birazdan bahsedeceğim serginin küratörü Banu Pekol, Agos gazetesine verdiği röportajda "Tatavla'yı seçmenizin nedeni neydi?" sorusuna verdiği cevapla bu semtin bir zamanlar ne kadar da kozmopolit olduğunu anlatıyor bize. "O kadar çok kişi ve olayın kesiştiği bir yer ki Tatavla, bu açıdan İstanbul’un minik bir versiyonu gibi. Sabuncakis ilk çiçek bahçelerini burada kurmuş, Vakko ilk dükkânı burada açmış, Türkiye’nin ilk cambazhanesini kuran Rıfat Telgezer’in cambazhanesi buradaymış; şimdi ‘Columbia Records’ olan Orpheon plak imalathanesi de buradaymış, adına roman yazılmış, tiyatro oyunu yapılmış seri katil Hrisantos buradan geçmiş. O kadar çok şey yaşanmış ki burada... Fakat hiçbirine dair bir tane bile iz yok. Gündelik hayatta bir yere aşinaysan orayı bildiğini sanırsın ya, aslında aşinalık gerçekliğe eşit değil. İnsanlar gelip çok şaşırıyorlar, “40 yıldır yaşadığım sokak bu muymuş” diye..." Semtin yaşadığı metamorfozu, dönüşümü gösteren sergi 70TK: Tatavla'dan Kurtuluş'a, 2017 senesinin sonbaharında Kurtuluş Rum İlkokulu'nda sanatseverlerle buluşmuştu. Neredeyse bir sene sonra, aunı sergi bu sefer, bir zamanlar Tatavla'da yaşayan binlerce insanın taşındığı, hayat kurduğu, kök saldığı Atina'ya geliyor.

Banu Pekol, aynı röportajda tam bir sene önce, sergiyi Atina'ya götürmek ve Atina'da yaşayan Tatavlalılarla bir seri sözlü tarih çalışması yapmak niyetinde olduğunu belirtiyor. Üstünden bir sene bile geçmeden, bunu başarmş olmaları öyle güzel ki. Türkiye'den Kültürel Mirası Koruma Derneği ve Paros dergisi, Yunanistan'dan ise ülkenin en yeni sivil toplum kuruluşlarından Comm'on ortaklığıyla hazırlanan sergi 14 - 22 Temmuz arasında, Atina'nın en bilinen kültür ve sanat merkezlerinden Technopolis'te ziyaretçilerini bekliyor. Yolunuz o tarihlerde Atina'ya düşerse, her akşam 6 ve 9 arası sergiyi ziyaret edebilirsiniz. Ha son bir bilgi; sergi ismini Kurtuluş Feriköy bölgesine sefer yapan İETT otobüsünün numarası 70'den alıyor. T: Tatavla, K ise haliyle Kurtuluş.


Gemi bacalarından ıslıkların duyulduğu, kötü makyaj yapmış birine benzeyen, her daim kaotik ve gürültülü, işçi şehri Pire’de; limana yakın, köhne mi köhne bir yer düşünün, 1920’lerin ilk yılları. Havada yükselen sadece içilen esrarın, nargilenin, sigaranın dumanı değil; acının, yalnızlığın, fakirliğin, hor görülmenin melodileri aynı zamanda. Tahta masaların etrafında tahta sandalyeler, belki birkaç lokma yemek, sürahilerden bardaklara dökülen içkiler, esrar, acı, hüzün var orada.


Evlerinden, yurtlarından göç etmek zorunda kalmış, bahçelerindeki güzelim meyve ağaçlarını bırakmış insanlar başka bir şehirde, oralı olmaya çalışıyorlar. Yeni bir hayat kurmak zor ve acılı, geldikleri bu yerde alt tabaka olarak adlandırılıyor, ağır işlerde çalıştırılıyor, hor görülüyorlar. Dışlanmışlığı, hüznü, melankoliyi müzik ile; beraber çalarak, beraber söyleyerek hafifletmeye çalışan bu insanlar bize kıymetli mi kıymetli bir müzik türü bırakıyor: Re(m)betiko.


1923 senesinde gerçekleşen Türkiye – Yunanistan nüfus mübadelesi milyonlarca insanın hayatına etki etti. Din esaslı bu antlaşma Türkiye topraklarında yaşayan Ortodoks Rum vatandaşların Yunanistan’a, Yunanistan’da yaşayan Müslüman Türk vatandaşların ise Türkiye’ye göç etmesine sebep oldu. Birileri onlara gitmelerinin zorunlu olduğunu söyledi onlarsa ellerinde ne varsa iki üç valize sığdırmaya çalışıp, insanlık dışı koşullarda, nefes bile alması güç, kalabalık gemilerde başka bir ülkeye, sadece inançları yüzünden gitmek zorunda kaldılar. O zamanlar nüfusu beş milyon olan Yunanistan’a bir milyonu aşkın insan geldi. Pire’ye, Selanik’e, Volos’a yerleştirildiler. Geride bıraktıkları vatanlarında sahip oldukları koşullara sahip olacakları söz verilse de beklenen olmadı. İki ülkenin de savaş sonrası ekonomik olarak ne kadar kötü durumda olduğunu düşünürsek, yeni ülkelerine gelen insanların, hiç de iyi koşullarla karşılanmadığını anlamak çok zor değil zaten bizim için.


bir gemide yüzlerce insan

Şimdi bir an tarihin acı gerçeklerinden uzaklaşıp, kişisel acılarımızı, hüzünlerimizi neyle iyileştirmeye ya da yok etmeye çalıştığımızı düşünelim. Çoğu insanın aklına müzik geliyor değil mi? Yüreğimizin sızısını melodilere ya da satırlara dökebilmiş insanlar bize yardım etti hep biz kişisel acılarımızı yaşarken. Dinledik, şarkılara eşlik ettik, sözlerin altını çizdik, kafamıza zihnimize kazıdık. Yalnız olmamak, acının sadece bize ait bir şey olmadığını bilmek biraz hafifletti ağrımızı. Yerinden yurdundan edilmiş bu insanlar da aynı şeyi yaptı, müziğe sığındılar; çaldılar, söylediler, melodilere eşlik eden cümlelerle isyan ettiler. Bugün farklı kültürlere baktığımızda İspanya’da flamenko, Arjantin’de tango, ABD’de blues, Portekiz’de fado neyse Yunanistan’da da re(m)betiko o aslında.


Re(m)betiko bir anda, 1922-23 senesi sonrası Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan insanların getirdiği ya da yarattığı bir müzik türü değil aslında. 1800’lü yılların sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun önemli şehirlerinde, Yunanistan’da bulunan bazı adalarda; çok kültürlülüğün yansıması olarak zaten vardı, zaten kültürel hayatın bir parçasıydı. İzmir, Selanik, İstanbul gibi şehirlerde Rumlar, Ermeniler, Araplar, Yahudiler, Levantenler günlük hayatlarına ait yüzlerce öğeyi farklı güzel şeyler için birleştirdiler, müzik de onlardan biriydi. Ancak Yunanistan’da, belirli bir zümreyi temsil eden bir müzik türüne dönüşmesi mübadele sonrası gerçekleşti. Çok kültürlü şehirlerde, farklı melodileri, farklı ezgileri duymuş, kendi hayatına işlemiş, bundan çekinmemiş ve korkmamış yüzlerce insan o farklı adlandırılan her şeyi de yanında getirdi mübadele sonrası. Ama o esnada Yunanistan’da kabul edilen, onaylanan, beğenilen müzik daha çok İtalyan esintileri taşıyan daha batılı bir müzikti. O yüzden, Anadolu topraklarından sonradan gelen, tam Yunan ya da Rum sayılmayan, dili farklı konuşan, kabul görmeyen o insanların getirdiği müzik de haliyle kabul görmedi. Mübadele yüzünden Anadolu’dan göçenler zaten şehirlerin kötü mahallelerinde yaşıyordu, onlar isyankardı, kötü işlere sahipti, onların çocukları ile “gerçek” Yunan çocukları arkadaş olmamalıydı. Bir de üstüne bu garip, nağmeli, farklı enstrümanların kullanıldığı müzik çıkmıştı ortaya. Üstelik esrar ve içki içtikleri, o karanlık tekkelerde (Yunanistan’da teke deniyor) oluyordu hep bunlar. Farklı kültürlerin kaynaştığı, dünyanın güzel bir yer olduğunu çok masumane bir şekilde anlatan melodiler, bir anda, bir coğrafyada tehlike sembolüydü artık.Ancak insanın içinden, yüreğinden gelen hiçbir şeye ket vurulamıyor ya, re(m)betiko da baharda açan çiçekler gibi gelişti, büyüdü, yaygınlaştı Yunanistan’da. 1930’lara geldiğimizde daha sofistike olarak adlandırılan müzisyenler, ezgilerini ve sözlerini, daha şehirli melodilerini re(m)betiko ile tanıştırdı. Aşağıda fotoğrafını gördüğünüz Markos Vamvarakis onlardan biri mesela.


Geleneksel, daha çok kabul gören Yunan müziği, yavaş yavaş bu tekke müziği ile flörtleşiyordu artık. Başka şeylere de tahammül edebilen, onlara sempati besleyen insanlar; dünyada tek bir doğru müzik türünün olmadığını biliyor ve ellerinden geleni yapıyordu. Daha önce İzmir (Smyrna) usülü olarak bilinen re(m)betiko artık Pire usülü olarak adlandırılıyordu. Keman, ud, kemençe yerini daha çok buzukiye, bağlamaya ve gitara bırakmıştı. Yıllar içinde insanlar, bu geldikleri ülkeye sadece bireysel olarak değil, müzikleriyle de entegre olmaya çalışıyorlardı. Bu dönemde çoğunlukla ABD’ye göç etmiş onlarca müzisyen ve şarkıcının da, oradaki teknik imkanları kullanarak hazırladıkları plaklar, icra ettikleri re(m)betiko şarkılar da bu müzik türünün yaygınlaşmasına, daha çok kabul görmesine sebep oldu. Unutmayın ki Yunanistan da çetin koşullar yüzünden dışarıya en çok göç vermiş ülkelerden biri. O güzel tatlı ülkelerini bırakmak zorunda kalan Yunanlar, ABD’de, o kocaman, hiçbir şeyin ülkelerini andırmadığı o başka ülkede yine müziğe sığındılar.


1936 senesinde Metaxas, diktatörlüğünü alenen ilan ettiğinde ilk yaptığı şeylerden biri tabii ki re(m)betikoyu engelllemek, bu müziği icra eden sanatçıları cezalandırmak, insanların beraber çalıp söylediği yerleri kapatmak oldu. Şarkıların sözleri tekrar, Yunan kültürüne uygun bir şekilde yazılacaktı, bu bir sansür değildi, sadece bir düzeltme ve düzenleme idi. İşin ilginç yanı ise, o zamanlar Yunan sol politika akımını temsil eden en büyük parti KKE (Yunan Komünist Partisi) de buna destek oldu, re(m)betiko uyuşturucuya, isyankarlığa sebep oluyordu ve bunun önüne geçilmeliydi. Bazı şeyler ne kadar tanıdık değil mi?


Sonra İkinci Dünya Savaşı dönemi geldi çattı, müzik insanların aklına gelen en son şeydi haliyle; sessizlik, acı ve yokluk yine insanların günlük hayatının bir parçasıydı. 1946 senesinde, savaş bitiminden aylar sonra yavaş yavaş canlandı re(m)betiko, sözleri sansürlenmeyen, geniş kitlelere hitap eden şarkılar kulaklara, gönüllere ulaştı yine. Manos Hatzidakis, Vassilis Tsitsanis, Sotiria Bellou gibi müzisyenler, şarkıcılar sayesinde biraz daha Yunan kültürüyle, müziğiyle kaynaştı re(m)betiko. Dönüşüm ve değişim hani asla durduramadığımız bir şey ya, işte o zaman da durdurulamadı. Bu önemli müzisyenler, başka enstrümanları da kullanarak ama re(m)betikonun özünden, gerçekliğinden kaçmayarak öyle güzel şarkılar bestelediler, paylaştılar ki yavaş yavaş koca bir ülkenin kültürel temel taşı oldu bu müzik türü. Neyse ki bazı şeyleri reddetmeyen, o şeyleri kabullenip daha güzellerini yaratmak çabasında olan insanlar var şu dünyada.


1960’lara geldiğimizde altın çağını yaşamaya başladı re(m)betiko. Artık sadece tekkeden çıkan, dışlanmışların, asilerin, azınlığın müziği değildi. Dönüşüm tamamlanmış, neredeyse herkesin kabul ettiği, benimsediği bir kültürel öğe olmuştu artık. Sadece Pire’nin fakir bir mahallesinde icra edilmiyor, Atina sokaklarında da duyuluyor, çalınıyor, söyleniyordu. O günden bugüne durulduğu, engellendiği tek dönem ise 1967 – 1974 arası, 7 senelik cunta dönemi oldu. Neden engellendiğini söylememe gerek yok sanırım, hepiniz anlamışsınızdır. Cunta dönemi sona erdiğinde beklenen oldu, beklenenin de ötesinde bir şeyler oldu aslında; re(m)betiko bugün Yunanistan müzik dünyasında bildiğimiz, sevdiğimiz birçok müzisyenin, şarkıcının ilham kaynağı oldu. Yıllarca her türlü zorluğa rağmen icra edilen bu şarkılar, havada salınan bu melodiler artık neredeyse herkes tarafından kabul gördü, sevildi, kültürün bir parçası oldu. Stelios Kazantzidis, Marinella, Yiannis Parios “klasik Laiko” denen müzik türünün öncüleri olmuştu ve bu yeni yarattıkları müzik akımı re(m)betiko sayesinde oluşmuştu.


Onlar, yıllardır nefes almaya çalışan, engellenen, engellere rağmen yine bir çatlaktan çıkıp izini süren müziği reddetmedi, kabullendi, onun ezgileriyle daha modern, daha günümüze dair şarkıları üretti ve kitleleri etkilemeyi başardı. Rebetis, rebet, rembet (farklı versiyonlarıyla) olana, bilinene, kabul edilene, düzene baş kaldırmış, isyan etmiş, kabul görmemiş biri demek. Re(m)betiko da ismini buradan alıyor zaten.


Biz şimdi mesela Yunanistan’ın bir şehrinde adasında, ya da re(m)betiko şarkılar çalan bir Istanbul meyhanesinde ufak ufak demleniyor, acımızı, kahkahamızı, derdimizi, tasamızı bir gecenin gölgesine bırakıyoruz ya, aklımızda bu insanlar olsun derim. Bir gecede başka bir şehre zorunlu olarak giderken kendinizi düşünün; bir saçma valiz elinizde, evinizi, sevdiklerinizi, bakmaya kıyamadığınız aşkınızı bıraktığınızı düşünün.


Hüznü, acıyı, kederi yüreğinizin tam içinde çalıp söylemekten başka elinizden ne gelirdi?


Not: Kapak fotoğrafı Thomes Kunstler'in Rembetiko isimli stop motion, kısa filminden alınmıştır.




Yunanistan’da ada malumunuz biraz fazla. Arnavutluk ve Italya’ya yakın olan Iyonya Adaları başka bir dünya, Atina’ya yakın Saron Adaları deseniz onlar farklı, o klasik mavi beyaza boyanmış Kiklad Adaları zaten bir klasik, Türkiye’ye yakın bizim, On İki Adalar diye isimlendirdiğimiz adalar bizim için en bilinenler, Girit desen başlı başına bir ülke gibi zaten. Var da var anlayacağınız.


Çok kez, arkadaşlarım olsun, sosyal medyadan olsun hangi adayı tavsiye ettiğimi soruyor insanlar. Buna cevap vermek oldukça zor. Küçük bir ada mı istiyorsunuz, Atina’dan gidişi 4 saatten fazla sürmesin mi istiyorsunuz, ıssız sahillerde kafa dinlemek mi tercihiniz yoksa hava karardı mı deliler gibi içip coşmak mı istiyorsunuz, “Sadece deniz güneş kum değil ben aynı zamanda dağlar tepeler aşmak istiyorum, kanyonlarda yürümek, nehirde rafting yapmak istiyorum.” mu diyorsunuz? Önce bu soruların bir cevap bulması lazım. Kusursuz ya da en güzel adayı tavsiye etmek o yüzden kolay olmuyor. İngiltere’nin en ünlü gazetelerinden Guardian ise bu yazıda anlatmaya çalışacağım ada için şu soruyu soruyor. Yunanistan’ın mükemmel adası Çuha (Adası) mı? Çuha da neyin nesiymiş diyenler olabilir, ben de Türkçe ismini öğrendiğimde açıkçası şaşırmıştım. Çuha ne demek onu bile bilmiyorum ve bu adaya neden bu ismin konulduğu konusunda bir fikrim yok, aranızda bilenler varsa beni de bilgilendirirseniz çok sevinirim. Ancak yazı boyunca Türkçe ismini kullanma taraftarıyım çünkü uluslararası bir çok isim versiyonu var bu adanın: Kythira, Kythera, Kithira ve hatta Cythera. Biz Çuha’ya sadık kalalım, kafamız rahat olsun.

Nerede bu Çuha ve nasıl gidilir oraya? Meşhur Mora Yarımadası’nın hemen güneyinde ve Girit’in kuzeybatısında yer alıyor Çuha Adası. Bilinen adalardan herhangi birine çok yakın olmaması ve ulaşımının zor olması kimileri için avantaj. Çünkü ada, o istenmeyen ve tercih edilmeyen kitlesel turizm akınına uğramıyor. Yüzölçümü olarak da fena büyüklükte olmadığı için öyle sıkış tıkış, insan kalabalığına pek rastlamıyoruz burada. Yönetimsel olarak İyonya Adaları’ndan biri aslında ama oraya da maşallah oldukça uzak. Kendi halinde, biraz yabani, az bilinen bir adadan bahsediyorum anlayacağınız üzere. Çuha Adasına’na Pire’den kalkan feribotlarla 7 ya da 10 saatte ulaşmanız mümkün. Hangi firmayı seçtiğinize bağlı olarak yolculuk süreniz de değişiyor zira bazı şirketlerin filosunda daha yeni, daha hızlı diğerlerinde ise daha eski daha yavaş gemiler kullanılıyor. Bir diğer alternatifiniz ise uçak. Olympic Air her gün, Atina’dan, iki oda bir salon büyüklüğündeki, pervaneli, pek bir sevimli uçaklarıyla sizi adaya taşıyor. Biletleri bir iki ay öncesinden alırsanız oldukça da uygun bir fiyat çıkıyor karşınıza. Uçakla giderseniz, adayı keşfetmek için araba kiralamanızı tavsiye ederim. Çoğu adada olduğu gibi burada da araba oldukça gerekli. Çünkü toplu taşıma sınırlı ve dönemsel.


Tarihi Yunan mitolojisine göre, meşhur tanrıçamız Afrodit’in doğduğu ada burası. Doğmuş sonra rüzgarlar onu Kıbrıs’a taşımış. Mitolojiye baktığımızda bu olay, benim size anlattığım kadar basit bir şekilde anlatılmıyor ama ben kısa kesiyorum. Kıbrıs için de Afrodit’in adası demelerinin sebebi bu sanırım.


Milattan önce 3000 - 1200 yılları arasında da Minos Uygarlığı / Medeniyeti için çok önemli ticari noktalardan biri olmuş. Batıdan doğuya ya da tam tersi ticaret yolunun ortasında olduğu için genelde burada mola verirmiş gemiler ve tacirler. Sonrasında Spartalılar ve Atinalılar egemenliğine girmiş ada. Bu iki şehir devleti gerileme dönemine girdiğinde ada da önemini kaybetmiş haliyle. Nüfusu azalmış, eski cazibesini yitirmiş. Orta Çağ’dan günümüze Çuha Adası’nın tarihini 36 kez, burada özetle anlatayım diye okudum ama durumlar çok karışık. Önce Bizans yerleşimi oluyor, aman da kiliseler, manastırlar gırla gidiyor. Hatta Bizans imparatoru Konstantinos, Papa’ya hediye ediyor adayı o dönemde. Franklar arada bir gelip yokluyor burayı ama adaya en uzun süre hakimiyet kuran Venedikliler, 1200 yıllarında artık adanın tek sahibi oluyor. Feodal sistem getiren Venedikliler şehircilik konusunda pek akıllı bıdıklar oldukları için önemli noktalarda kaleler inşa ediyorlar, şehirleri büyütüyorlar. 1537 yılında bir Osmanlı, Barbaros Hayrettin Paşa arası var: deniliyor ki “Barbaros ve askerleri yaktı yıktı milleti öldürdü, öldürmediğini köle olarak yanına aldı.” 1797 senesinde Napolyon çıkıyor karşımıza, Çuha Adası artık Venedik değil Fransız adası oluyor mu oluyor. Bir ara 1800’lü yılların başında Osmanlı - Rus işbirliği egemen oluyor adaya, oradan bir şekilde ada Birleşik Krallık himayesine giriyor. Birleşik Krallık himayesindeyken adada köprüler yollar yapılıyor, okullar inşa ediliyor, su ve kanalizasyon sistemleri oluşturuluyor.

Kanguru Adası 1864 senesinde o zamanlar yeni kurulmuş olan Yunan devletinin bir parçası olan ada günümüz tarihine yaklaştığımızda hüzünlü bir hikayeye ev sahipliği yapıyor. Alman ve İtalyan birliklerinin İkinci Dünya Savaşı’nda adayı işgal etmesiyle beraber, ada yerlilerinin göçü başlıyor. 15 Eylül 1944 senesinde Müttefik Devletler adayı tekrar özgürlüğüne kavuşturuyor kavuşturmasına ancak savaş sonrası yaşanan ekonomik kriz, adanın, savaş döneminden bile çok göç vermesine yol açıyor. Göçenlerin büyük çoğunluğu Avustralya’ya yerleşiyor. Avustralya’da yeni bir hayata başlayan adalılar yüzünden buranın bir ismi de Kanguru Adası oluyor.


Hora (Chora) ve ada köyleri Daha önceki Yunan adaları yazılarımda da belirtmiştim, Hora (Chora) bir adanın en önemli köyü / kasabası demek. Adanın idari bölümü diyebiliriz kısaca, istisnalar dışında da oranın en güzel görünen, en takvimlere yakışan köyü, kasabası. Ha bir de her Hora’da neredeyse mutlaka bir kale bulunur, unutmayalım. Kiklad Adaları’nı düşündüğümüzde her adanın Hora’sı gerçekten gözümüzü gönlümüzü açar; beyaz boyanmış evler kiliseler, taş sokaklar, Yunanistan deyince aklımıza gelen o mavi renkli sandalyeler, birbirinden tatlı, tek katlı evler hepsi bir paket halinde karşımıza çıkar. Çuha Adası bir Kiklad Adası değil ve dürüst söylemek gerekirse Hora’sı da, benim diğer gördüğüm adaların Hora’sı ile kıyaslarsam oldukça süssüz ve sade. Evet kalesi var, evet sokaklarında yürürken yine onlarca yıl geriye gidiyorsunuz, huzur deseniz huzur, mutluluk deseniz mutluluk ama daha alçakgönüllü daha kendine dönük bir atmosferi var. Bu durum adanın genelinde de göze çarpıyor. Bugün Paros’a ya da Santorini’ye gittiğinizde, adımınızı atar atmaz, bu adaların güzelliği ve cazibesi sizi çarpar. Çuha Adası’nda önce bir “Eee ne var yahu burada?” hissi sarıyor sizi ama adada zaman geçirdikçe sakinleşiyor ve buraya bağlanıyorsunuz. Yüzölçümü nispeten büyük bir ada olduğu için özellikle Hora dışındaki köylerde evlerin birbirine mesafesi var, hiçbir şey sıkış tıkış değil. Beyaza boyanmış tipik ada evleri de var ama tek katlı, gösterişsiz taş evler de. Her evin kendince bir bahçesi, duvarlarından sarkan begonvilleri var. İnsanlar sakin, koşturmuyorlar ve dediğim gibi ada, kitlesek turist akınına uğramadığı ve daha çok “oralı” olanları ağırladığı için siz de turist olduğunuzu yavaş yavaş unutuyorsunuz. Ben Pitsinades isimli bir köyde kaldım oradayken. Çektiğim Hora ve Pitsinades fotoğraflarını aşağıya koyuyorum. Siz de bir bakın bakalım, anlattığım gibi miymiş köyleri?


Plajlar Tahmin edersiniz ki adada onlarca plaj var. Ancak ben bu sitede genelde adımımı attığım, gidip gördüğüm yerlerden bahsetmeye çalışıyorum. Yoksa Google denen arkadaşımız hepimizin elinin altında. O yüzden bizzat bulunduğum üç plajdan kısaca bahsedeceğim. Kaladi: Çoklarına göre adanın en iyi ve en popüler plajı burası. Adanın doğusunda yer alıyor ve üç bölümden oluşmakta. Çakıl taşı sevenler için oldukça ideal. Mükemmel bir denizi var ve küçük bir mağara da mevcut. Hora’ya 15 kilometre uzaklıktaki bu plaja oldukça bakımsız bir yolu kullanarak gidebiliyorsunuz. Arabayı park ettikten sonra ise 120 basamaklık merdivenler sizi bekler. İnmesinde sorun yok ancak plajdan dönerken biraz sancılı olabiliyor. Plajda şemsiye, şezlong yok, o yüzden hazırlıklı gitmeniz ya da erken gidip kayaların gölgesinde bi yer bulmanız gerekiyor. Yanınıza su ve atıştırmalık almayı da unutmayın. Aşağıda kendisini görebilirsiniz.


Avlemonas: Aslında oldukça bilinen bir köy burası. Otel ya da pansiyon seçeneklerinin bol olduğu, birbirinden lezzetli yemekleri yiyebileceğiniz tavernalara sahip, adanın en turistik bölgelerinden biri. Ancak köyün kendi küçük koyu o kadar güzel ki ben burayı plajlar kategorisinde yazmayı uygun gördüm. Doğa ana bize özel, tatlı bir havuz yaratmış sanki. Küçücük koya merdivenlerden ya da taş düz bir platformdan atlayarak giriliyor.

Diakofti: Çuha Adası’na gelen gemilerin yanaştığı liman aynı zamanda burası. İnsan liman deyince hani biraz pis olur, yüzülmez diye düşünüyor ama öyle değil. Turkuaz ve dibini gördüğünüz inanılmaz bir deniz var burada. Oldukça büyük bir alana yayılmış üç plajdan oluşuyor. Bu yüzden ne kadar kalabalık olursa olsun yer bulabiliyorsunuz. Genelde gemiye binmeden önce son bir kez denize girmek isteyenlerin son gün uğradığı bir plaj ki ben de öyle yaptım. 2000 senesinde Gemlik’e giderken batmış MV Nordland gemisini de burada görebilirsiniz. İnsan gemiye bindiği yerde batık bir gemi görünce biraz tedirgin oluyor ama yapacak bir şey yok. Plaj sığ bir denize ve oldukça geniş koylara sahip olduğu için çocuklu ailelerin de gözdesi bu arada. Çocuklarla aranız çok iyi değilse önceden uyarayım.


Son sözler Ada aynı zamanda inanılmaz çeşitliliğe sahip bitki örtüsüyle de dikkat çekiyor. Sadece Çuha Adası’nda yetişen onlarca tür bitki var. Endemik bitkilerin yanısıra sadece bu adada yer alan kuş türleri de mevcut. Doğa ve hayvan meraklıları için bir cennet. Bunun yanısıra çoğu adada bulunmayan nehirler ve kanyonlar, outdoor ve macera severlerin de bu adaya gelmesine sebep oluyor. Yazının başında belirttiğim gibi, Guardian gazetesinin, burası için “Yunanistan’ın mükemmel adası Çuha mı?” diye sorması boşuna değil anlayacağınız. Size birbirinden güzel şeyler sunan, kendi halinde, ulaşması zor ancak adımınızı attığınızda zamanla sizi büyüleyen ada burası. En kısa zamanda ziyaret etmenizi diliyor ve bir sonraki yazıda görüşmek üzere diyorum.

Fotoğraflar: İnanç Ozan Zaimoğlu

bottom of page