top of page

EPİRUS DAĞ KÖYLERİ VE PANAYIR


Geçtiğimiz Kasım ayında yayınladığım Yanya yazısında, şehrin bulunduğu bölgeden, Epirus’tan da kısaca bahsetmiştim. Epirus, ülkenin kuzeybatısında, coğrafi koşulları bildiğimiz Yunanistan’dan oldukça farklı olan bir bölge. Preveza, Parga, Igoumenitsa gibi denize kıyısı olan şehirleri de barındırıyor barındırmasına ama daha çok Makedonya ve Tesalya bölgelerine doğal sınır olan sıra dağı Pindus, göz alabildiğine uzanan ormanları, nehirleri, yılın çoğu zamanında yağmurlu oluşu ve azımsanmayacak Arnavut nüfusu ile biliniyor. Maviden çok yeşil başrolde burada anlayacağınız. Hâlâ yapımı süren otoyollar sayesinde ulaşım kolaylaşmış, bilinirliliği ve ziyaretçi sayısı artmış olsa da yine de özellikle yabancıların, Yunanistan’da en az gördüğü bölgelerden biri. Türkiye’den Yunanistan’a geçtikten sonra başlayan E2 otoyolu (Egnatio Odos) sayesinde Selânik üzerinden Epirus bölgesine geçmek; Atina’dan, yani güneyden Epirus’a gitmekten nispeten daha kolay. Bu yüzden de son yıllarda, Türkiye’den bu bölgeyi ziyarete gelen insan sayısında gözle görülür bir artış var. Ben de Parga’yı ve Yanya’yı görmek amacıyla gittiğim bu bölgede, biri pek meşhur, iki dağ köyünü görme fırsatı buldum ve deniz kumsal güneş imajından oldukça uzakta olan, başka bir Yunanistan’ın tadını çıkardım.

Metsovo - Miçova


Osmanlı Türkçe ismi Miçova olan köy, Epirus’un en çok ziyaret edilen noktalarından. Yanya’ya gelen ziyaretçiler, Metsovo’yu da görmeden evine dönmüyor genelde. Yanya ve ülkenin Akropolis sonrası en çok ziyaret edilen yeri Meteora arasında bulunan köy, stratejik konumu yüzünden, Osmanlı döneminde de oldukça önemli bir ticaret merkezi imiş. Bugün, yakınında bulunan kayak merkezi ve kendi ünü sayesinde binlerce ziyaretçi ağırlayan bu turistik köyün aslında pek bilinmeyen bir özelliği daha var. Arumenler ya da Ulahlar olarak bilinen, etnik azınlığın yaşadığı en büyük yerleşim birimi olması. Kimine göre Balkanlar’daki Romalılar Arumenler; kimisi ise onların, Roma döneminde Latinleştirilen kolonilerin soyundan geldiğini iddia ediyor. Yunanistan dışında Arnavutluk, Makedonya Cumhuriyeti ve Bulgaristan’da yaşıyorlar. Balkan diyarlarının etnik çatışmaların ortasında, yıllarca, dağ köylerinde barış içinde yaşayan halkın kendi dili de var. Latince’den türemiş Arumen dili, Rumence’ye olan yakınlığı ile biliniyor. Köyde Arumen kültürü adına görünen -ne yazık ki- pek bir şey yok. Kendilerine dönük, kapalı bir hayat tarzına sahip Arumenler pek ortalıkta değil. Köy merkezi tamamen turistik, yapay bir yer olmuş zaten. Dağ başında bir köyde asla görmek istemediğiniz yüzlerce araba, yüksek sesle müzik çalan ortalama cafeler, kalabalıktan içine bile giremediğiniz hediyelik eşya dükkanları var artık Metsovo’da. Ben merkezinden uzaklaşıp, sokaklarında yürüdüğümde daha çok sevdim Metsovo’yu; yemyeşil orman manzaraları, taş köy evleri, sisli hava… Yürüyüşümün sonunda, nispeten daha boş olan bir mekanına girip, hızlıca kahvemi içip ayrıldım oradan.

Doliana ve Panayır

Arnavutluk sınırına 20 kilometre uzaklıktaki Doliana köyü ise başlı başına bir sürprizdi benim için. Yanya’da ve çevresindeki köylerde kalacak yer bulamadığım için Doliana’ya düştü yolum. Bulabildiğim tek oda, Roptro isimli küçük bir oteldeydi. Yıllarca Atina’da yaşamış, emekli olduktan sonra ise ailesinden kalan bu kocaman köy evini otele çevirmiş Maria Hanım ev yapımı likörüyle karşıladı beni. Orijinaline sadık kalarak restore ettikleri otelden çıkıp, karanlık da olsa biraz yürüdüğümde, zihnimdeki dağ köyünde olduğumu fark edip memnun oldum. Otele döndüğümde ise beni başka bir sürpriz bekliyordu; otel çalışanları o akşam köyde panayır olduğunu, Doliana'da ve civar köyde kim varsa oraya gideceğini, istersem beni de götürebileceklerini söylediler. Panayırın tam olarak tanımını yapmak güç, daha çok alım satım yapılan ticari bir buluşma ama aynı zamanda insanları bir araya getiren, eğlenmelerine sebep olan bir aktivite. Yunanistan’da dini bayramlarda, Atina’nın mahallelerinde bile bazen panayır oluyor, genelde o mahallenin en büyük kilisesinin bahçesinde insanlar toplanıyor, hediyelik eşya, yiyecek, giyecek satılıyor, dualar okunuyor, şarkılar söyleniyor. Dini bayramların dışında, özellikle kırsal kesimde ise oraya özgü bir mahsul gerçekleştiğinde de panayır düzenleniyor. İşte benim katıldığım, Doliana’daki panayır da o gün, köylüler tarafından üretilen rakinin (ismi benzese de tad olarak bizim rakı ile benzerliği bulunmayan) kazandan dökülmesi şerefine yapılıyordu. Aylar öncesinden Doliana ahalisinin elleriyle yaptığı raki artık içime hazırdı ve bunun için büyük bir eğlence düzenlenmişti.


Kaldığım otelden çıkıp 10 dakika yürüdükten sonra, müzik sesini takip ederek ulaştım panayır çadırına. Buz gibi havaya rağmen tıklım tıkıştı çadırın içi. Girişte 3 euro verip biletimi aldım, yabancı olduğumu anlayan genç köylülerden biri dili döndüğünce bu ücrete makarna, salata ve turşudan oluşan bir tabak, artı bir küçük şişe rakinin dahil olduğunu anlattı. Küçük şişemi, plastik bardağımı ve tabağımı elime alıp çadırın pek kenar köşelerinde bulduğum beyaz plastik bir sandalyeye oturdum yavaşça. Kadınlı erkekli kalabalık, hiç bitmeyen bir sigara dumanının altında, keyifle, kahkahalar ata ata yemeğini yiyor, kadeh kaldırıyordu. Sahnede, yöreye özgü şarkılar söyleyen kötü sesli bir amca ve köy gençlerinden oluşan orkestrası vardı. Sahnenin önünde ise tabii ki dans edenler. Herkes birbirini tanıyor, herkes birbirine selam veriyordu. Kalabalığın souvlaki siparişlerini yetiştirmek için çadırın bir bölgesinde dev bir mangal vardı, oradan gelen duman ve koku da karışıyordu çadırın içine. Ben küçük şişeyi milleti izleye izleye güzelce bitirdim. Garson olarak çalışan amcalardan birine çürük, Yunancam ile yenisini sipariş ettim ve yabancı olduğumu anlayan amca da hızlı hızlı, gülerek bir şeyler söyleyip, omzuma vurarak, parayı almadan çekti gitti yanımdan. İki saate yakın kaldığım panayırda biraz daha raki içip, çekinmeden sahneye dalıp insanlarla dans etmek isterdim ama ne yazık ki başaramadım. Yunanistan’da, tabir-i caizse dağın başındaki bir köyde, buz gibi havada, plastik bir sandalyede oturarak mayonezli makarna, turşu yiyerek, kötü sesli bir amcanın söylediği şarkıları dinleyerek iki güzel saat geçirdim. Ben artık odama doğru dönmek için ayaklandığımda kalabalık artmış, dans edenler daha da kıvraklaşmış, insanlar raki etkisiyle daha yükses sesle kahka atar olmuşlardı. Çadırın önünde helva satan amcadan da bir parça helva alıp onu yiye yiye ulaştım kaldığım otele.

Benim için oldukça farklı, neşeli ve beklemediğim kadar güzel geçti o yüzden Doliana. Daha önce Mora’da bulunan Stemnitsa ve Dimitsana köylerini gördüğümde de hiç Yunanistan’daymışım gibi gelmemişti ve bunu da yazımda belirtmiştim ama bu sefer gerçekten çok başkaydı. Belki de Atina’dan yüzlerce kilometre uzakta olduğum için, belki daha önce Yunanistan’da hiç bu kadar üşüdüğümü hatırlamadığım için bilemiyorum. Ertesi gün kahvaltı sonrası yaptığım yürüyüşün ardından Atina’nın yolunu tuttum hemen ama Doliana’ya yakın, görülmesi gereken birçok yer daha var; ülkenin en önemli doğa harikalarından Vikos Kanyonu, inanılmaz manzaralara ve geleneksel taş evlere sahip Zagoria, taş köprüler, tarihi manastırlar, dağ severler için tırmanış ve trekking parkurları… Bir sonraki sefer, daha uzun tutacağım bir tatilde oraları da görüp sizinle paylaşabilirim umarım.


Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page